12 Ocak 2012 Perşembe

Son Hediye

Birden gözleri açıldı. gecenin neresindeydi bilmiyordu. yoksa sabaha mı yaslanmıştı gece? sonbahardan kalma bir serinlik vardı vücudunda. hafifçe doğruldu yattığı yerden. zifiri karanlıktı her yer. evin en köşe odasını yatak odası yapmışlardı. çünkü binaların arasında, bahçedeki kömürlüğün yanında kalan kuytu bir odaydı. doğaldı bu karanlık, telaşlanacak bir şey yoktu. eğer yanılmıyorsa sabah namazı vaktinin girmesine az kalmıştı. yatağından kalktı ve tuvalete doğru yöneldi. uzun sürmedi, çünkü kullandığı alaturka tuvalet yatak odasının hemen yanındaydı.


Küçük abdestini çömelerek yapardı. bunu alışkanlık haline getirmesinin nedeni Peygamber Efendimizin de böyle davranmasıydı. yaklaşık elli yıldır bu sünneti terk etmemişti.  tuvaletten sonra banyoya gitti. banyo da serindi. yalnız her zaman ki serinlik gibi değildi. bir terk edilmişlik görüntüsü vardı banyoda. bunu tuvalette de yaşamıştı. gözlerini açtığı ilk anda da. kulakları tıkalı gibiydi. sessizlik bütün bir evi kaplamıştı sanki. aklından geçenleri bir kenara bırakıp abdest almaya koyuldu. su tenine her değdiğinde varlığının derinliklerine kadar işliyordu. yaşamak ta ölmek te birdi onun için. yaşarsa iyiliklerin peşinden koşacaktı, ölürse bir daha günah işlemekten kurtulacaktı. iki sonuçta güzeldi. bu yüzden abdestini eksiksiz alırdı. hiçbir ayrıntıyı geçmeden, her uzvun duasını ederek, gözleri dolarak. nedense namaz kadar severdi abdest almayı. soranlara Cebrail’in Muhammed’e öğrettiği abdesti almaya çalışıyorum derdi. namazını da aynı özveriyle kılardı. herkes severdi onu, çünkü o İslam’dı. aslında insanlar onu değil kendi fıtratlarını seviyorlardı. olmaları gereken insanı. hatasını sahiplenirdi. günah bizim baba mesleğimiz derdi. kendisiyle o kadar barışıktı ki, ne iyilik yaptığında sevinirdi, ne de istemeyerekte olsa yanlış anlaşıldığında ya da bir hata yaptığında üzülürdü. kayıtsızlık değildi onunkisi, tam bir teslimiyetti. Allah rızası için yaşardı. bir dilenci gibi kendisine ne verilirse ona kanaat ederdi. bizim gibiler gece yola çıkar, bizi gündüz almazlar derdi.


Evinin yakınındaki mescide gitmek için hazırlandı. üzerine ne giydiğini bile tam görememişti karanlıkta. eşini kaldırmak istediyse de nasıl olsa ezanla uyanır diye odadan çıktı. lacivert pardösüsünü giydi. aslında bahardı, gerek yoktu buna. ama vücudunun üşümesi geçmemişti. Beyaz, ucu kapalı, delikli terliğini de ayağına geçirip evden çıktı. daha tabiat yeni yeni uyanıyordu. bir yandan kuşların, bir yandan cır cır böceklerinin sesi kulağına çalınıyordu. sonsuza kadar yürüyebilirdi mescidin yolunda. Bıkmadan, usanmadan. Allah’tan huzur dileyen bunu dilesin diye geçirdi içinden. Allah’ın adıyla Allah’a güvendim diyerek atıyordu adımlarını. koşar adımlarla yanından birkaç kişi geçti ama onu fark edemediler. uyku sersemliğidir diye düşündü, yoluna devam etti. az kalmıştı. birkaç kişi daha gözüktü mescide doğru gelen. başları önde ağır ağır yürüyorlardı. tuhaftı ama nedense kimseye selam verme fırsatı bulamamıştı bu sabah.


Mescide vardığında da aynı durum devam etti. herkes başını önüne eğmiş imamın gelmesini bekliyordu. Allah’ın selamını vererek içeri girdi ve boş bir yere oturdu. her zaman oturduğu bir yer yoktu. yer tutmayı sevmezdi. melekler de hemen yanına oturdu. çoğu kimse buna inanmakta zorluk çekse de o bu gerçeği hissediyordu. zaten Allah Kuran-ı Kerim’de sabah namazı şahitlidir diye buyurmuştur. azamet sahibi Allah doğru söylemektedir. bildiği her şeyi aklından çıkardı. mescidin halılarına saçılmıştı yaşadıkları. bir ömür nasıl da geçmişti. nasıl da yetmişine dayanmıştı. Anlayamıyordu. anlatamıyordu kendine. altmış sene önce, köydeki evlerinin merdivenlerinden nasıl baş aşağı yuvarlandığını daha dün gibi hatırlıyordu. diz kapağındaki acıyı, başının ağrısını, tekrar yaşıyor gibiydi. madem öyle, nasıl bir yalandı büyümek, yaşlanmak ve ölmek. ne büyürdü insan, ne yaşlanır, ne de ölürdü. koca bir yalandı hepsi. sadece yatağını bulurdu insan. akması gereken yöne doru akar giderdi. hiç yaşamamış gibiydi hayatı. ve daha fazla yaşamak için de ayrıca bir çaba sarf etmiyordu. tek istediği Allah katında nasıl bir kul olarak algılandığını bilmekti. doğru mu yaşamıştı geçen koca bir ömrü. kulluğunun değeri neydi? Rabbini görebilecek miydi? Allah’ını, onu yoktan var edeni, kendisine kul seçeni, yapayalnız kaldığı anlarda ismini sayıkladığı, yıllarca bağışlanma ve yardım dilediği Allah’ını, görebilecek miydi?


Bir an bile olsa, görebileceği ihtimali aklına geldi. aklı taştı. vücudunun her yeri sarsılarak titriyordu. var gücüyle bağırdı. canı ağzına dolmuştu sanki. bütün kaburgaları kırılmıştı. gövdesi vücuduna sığmıyordu. hayatta mıydı? belki de hiç var olmamıştı. uzun bir süre nerede olduğunu bulamadı. var oluşun hangi noktasındaydı bilmiyordu. bir zaman sonra gözlerini açtı. her şey herkes bıraktığı gibiydi. buna kendisi de dahildi. yıkılıp düşmemişti. oturduğu yerde yığılıp kalmamıştı. baygınlık değildi yaşadığı, bir buhran ve hezeyan da değildi. Çıldırmamıştı. çevresindeki nesneler ve özneler normaldi. bütün bunlar olup biterken, sabah ezanı başladı. ezan sesi ruhuna dinginlik getirdi. kalbi duruldu, sakinleşti. ezan bittikten sonra, Ey! Bu yüce davetin ve kılınmak üzere olan namazın Rabbi! Peygamberimiz Efendimiz Muhammed Mustafa’ya cennetteki en yüksek dereceyi vesileyi ve fazileti ver. O’nu vaat ettiğin makama Makam-ı Mahmut’a yücelt. Muhakkak ki Sen, vaadini gerçekleştirensin dedi. ve sabah namazının sünneti için ayağa kalktı. sünneti bir esinti gibi kıldı. ne varlığını hissedebiliyordu ne de yokluğunu. ne bir haz duyabilmişti kıldığı namazdan ne de vesveseye kapılmıştı. zihni bomboştu. vücudu uyuşmuştu. durgun bir su gibiydi. müezzinin kamet getirmeye başlamasıyla birlikte, oturduğu yerden sabah namazının farzını kılmak için bir kez daha ayağa kalktı. imam cemaatin arasından geçerek mihraba çıktı. ve tekbir getirdikten sonra hep birlikte namaza durdular.


Neden dün sabah ile bu sabah arasında dünya ile ahret kadar fark vardı? namaz bittikten sonra su gibi akıp gitti cemaat. bütün mescit bir anda boşalıverdi sanki. belki de o çok ağır davranmıştı. çünkü kıpırdayacak hali bile kalmamıştı. bismillah diyerek doğruldu. ve yavaş adımlarla mescitten çıktı. evine gidiyordu. çoktan unuttuğu evine eşine dönüyordu. sevgisini kalbinin derinliklerine gömdüğü eşine. asırlar geçti aradan diye düşündü. hal bu ki kırk beş dakika bile olmamıştı evinden ayrılalı. apartman kapısının önüne geldiğinde, gökyüzü neredeyse aydınlanmıştı. oğlunun ayakkabılarını gördü. biri bir yerde, öteki başka bir yerde, tersyüz olmuş şekilde duruyordu. aceleyle çıkarıldıkları belliydi. daire kapısı da açıktı. Telaşlandı. Korktu. içerden sesler geliyordu. karma karışık düzensiz inleme sesleri, tam o esnada kardeşi geçti yanından bir hızla. o da aynı şekilde ayakkabılarını sağa sola fırlatarak eve girdi. eve girmesiyle hıçkırıklara boğulması bir oldu. yoksa eşine mi bir şey olmuştu? açık kapıdan içeri yöneldiğinde, oturma odasında boylu boyunca uzanmış bir ceset gördü. kendini gördü. gözlerini açtığı ilk andan itibaren her şeyi ve herkesi geride bıraktığını anlamıştı.


Neden fark edilmediğini, insanların o yokmuş gibi davranmalarının asıl sebebini. gözlerini açtığı ilk andan itibaren yaşadıkları, Rabbinin ona hediyesiydi anladı.         








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder